5 Nisan 2011 Salı

Sonisphere Kafası.

Sonisphere kafası. by guney_mermer
Sonisphere kafası., a photo by guney_mermer on Flickr.

Çeyrek asırdır beklediğim iki şeyin, şu iki bilet aracılığıyla gerçekleşiyor olması!

Anlaşıldı, bu yaz olağanca serseriliğiyle geliyor; işveli işveli.

30 Mart 2011 Çarşamba

Bizim Büyük Çaresizliğimiz


O akşam yemeğini, tartışmamız hep olduğu gibi kucaklaşmayla bittiğinde, mutfaktaki masada yan yana yemiştik, birbirimizi dirsekleyerek.Bana iki lokmamda bir yemeğin güzel olup olmadığını soruyordun, her zamanki gibi.

Seninle ben Çetin; gücümüzü, güzelliğimizi, canlılığımızı, küçük yaşantıları sabırla tekrar etmekten alıyoruz. Ne kadar çok şeyi tekrar ettiğimizin, bundan nasıl bir haz aldığımızın farkında mısın? Yirmi üç yıldır, lisedeyken sizin memleketten gelen kavurmaya ilk kırdığın yumurtadan bu yana, yaptığın yemeklerin nasıl olduğunu, o yemeği yerken, hazmederken, son bir kez de tuvalete giderken defalarca sorarsın.
Tuvaletten çıktıktan sonra da, "nasıl geçtiğini" ayrıntılı bir biçimde sorarsın ama şimdi buna girmeyelim.) İstanbul'da sizde kaldığımda yere serdiğin yatakta rahat uyuyup uyumadığımı, balıklama atladıktan sonra atlarken bacaklarımı kırıp kırmadığımı, sevgilini beğenip beğenmediğimi onlarca kez sorarsın. Yanıtlarımla da yetinmez, "Gerçekten mi?" dersin, "Ciddi misin?" ya da "Yemin et!" bir kez daha onaylatmak istersin.

Sana bütün soruların için tek bir yanıt vermeye kalkışmak, "Söyledim ya!" diye kestirip atmak ne kaba ve aptalca bir davranış olurdu!Tekrarın ve hayatın güzelliğini reddetmek olurdu. Hayat tekrardan ibarettir çünkü. Hayatın gücü tekrarın gücüdür. Günlerin, ayların, mevsimlerin gücü. Tabii bir de şiirin. Şiirlerin tekrar eden dizelerinin gücü. Dinlere ne demeli? Hindu'nun mantrasını tekrar etmesi, Müslüman'ın tespih çekmesi ve senin "Yemek güzel olmuş mu?" diye sorman...

24 Mart 2011 Perşembe

Benim Sevgili Kaleydoskop'um!


Ve nihayet "Şeb-i Yelda" sona erer... Nevruz ateşleri yanmaya başlar yürekte.

-----------

Öyle devasa varillerden yükselen yanmış lastik kokusu gibi geniz yakanından değil de, çıtır çıtır yanan tahta parçalarının yaydığı hafif isli-tatlı koku misali yanan ateş canımı da beraberinde yakıyor.Canım kanıyor ama kanadıkça arınıyor.Ruhumun tıkanmış kılcallarına, hayat zerk ediyor.

Demem o ki "provokatif" bir neşe hali değil derinimden gelen.En vakur halimle duruyorum ateşin başında; yüzümde irili ufaklı kızıl yansımalar, etrafımda çığlık çığlığa konuşan insanlar...
Orada öylece bekliyorum, tizden şarkılar yükselirken göğün göğsüne.

Sonra "O" geliyor."Buyur otur, yorulmuşsundur." demek istiyorum.Gelip oturuyor tereddütsüz. Yorgun bakıyor,güzel bakıyor.Yüzüne, çizgilerine yerleşmiş; yazıyla "YirmiBeş" asırdır beklediğim "o" müstehzi tebessümüyle.

Ve nihayet bahar geliyor şehrime.Çilek kokulu, biraz serseri ama akıl baliğ bir çocuk gibi bahar geliyor içime.O'nunla birlikte...



--------------

25 Ocak 2011 Salı

İki "Polis Devleti" Arasındaki Farkı Bulunuz.




Bambaşka bir coğrafyadan, bambaşka bir gözle baksan neredeyse "aynılık" derecesinde benzer iki ülke, iki kültür Türkiye ve Yunanistan.

Bizde Istanbul, onlarda Atina.Bizde İzmir, onlarda Selanik. İsimler, sesler, melodiler, hatta yemekler; sanki hepsi bir diğerinin muadili gibiler.


Elbette bu yazıyı Türkiye'de, her hangi bir diplomatik gelişme kaydedemediğimizden olsa gerek son 30 yılın diplomatik gündemini işgal eden "Türk - Yunan İlişkileri" ile temellendirecek değilim. Benim meselem bambaşka.

Geçtiğimiz Ekim-Kasım aylarından bu yana haber bülteni izleyemez,gazetelerdeki Türkiye sayfalarını transit geçer oldum. Zira genç yaşıma rağmen tüm bunları kaldıramadığım kanısına vardım.Erken bir bıkkınlık emaresi olarak göründüğünün farkındayım ama "Demokrasi" için duaya çıkacak kadar da gerçeklik duygumu yitirmedim.

Bir gün gözümü açtım İstanbul'da, 19 yaşında hamile bir üniversite öğrencisinin polis tarafından dövülerek bebeğini düşürdüğünü, diğer bir gün Ankara Üniversitesi SBF'nin örgütlü bir hükumet karşıtı protestoya sahne olduğunu, başka bir gün ise ülkenin en büyük futbol kulüplerinden olan Galatasaray'ın ev sahipliği (!) yaptığı TT Arena'nın açılışında taraftarların Başbakan'a olan tepkilerini açıkça dışa vurduğunu; müteaddit defalarda ise çocuk denilecek yaşta canların polis tarafından katledildiklerini gördüm... (Bkz: Uğur Kaymaz, Baran Tursun ve daha niceleri...)

Genç nüfusun muhalif tavrı ve son zamanlarda sonucu olup bitenler umut verici şeyler şüphesiz.Ancak öte yandan, tüm bu tavırların ortak noktası; hiç bir hukuki yaptırıma dayanmaksızın sindirilip, iktidardan gelen okkalı bir "Osmanlı Tokadı" ile o dakika yerle yeksan edilmeleri!

Dönüp bakıyorum bir de Atina semalarına; 2008'in Aralık ayında, 16 yaşındaki Alexandros Grigoropoulos'un polis kurşunuyla katledilişinin ardından iyice alevlenen, ortalığı toza dumana katan, "haklı bir anarşiye" boyayan olaylara...
Yunanlı gençler önlerine konan her şeyi yemediklerini gösterirken Dünyaya, 16 yaşında bir çocuğu kurban vermişlerdi devlet eliyle silahlandırılan katillere. Arkasından ağlamakla kalmayıp, Alexis’in soldurulan nefesini kitlelere duyurmak görevini de üstlenmişlerdi yüreklice.
Peki ya sonrası? Büyük bir "devrim" olmasa da, tüm dünyaya "Kardeşimsin Alexis" söylemini kabul ettirerek,ciddi bir "devinim" sağlandığı su götürmez bir gerçek.

Üstelik "Cüretkar Komşularımız"ın ilk vukuatı da değil bu.
Hızla artan işsizlik rakamlarına, düştükçe düşen milli gelire, bitmek bilmeyen resesyona; kısacası bizlerin "Kriz var işler durgun.Düzelir İnşallah" deyip geçtiğimiz bir ekonomik buhrana tepkilerini yine "sokağa çıkarak" dile getirdiler, getirecekler.

Çünkü onlar, "Demokrasinin Mucidi" atalarının kurduğu; bugün hala uyuşmazlıkları çözmek için başvurduğumuz normatif hukuku,halkların kaderlerini belirleyen "parlamento"ları, oy hakkını, felsefeyi, tiyatroyu hatta sporu hayatımıza sokan; Site Devletleri olarak da bilinen "Polis* Devletleri"nden bu yana, doğrudan söz söyleme haklarından vazgeçeceğe benzemiyorlar.

Bizse,Cumhuriyet'in İlanı sürecinde bir süreliğine ara verip şimdilerde yine körü körüne bağlandığımız "Tebaacılığımız" ve sessiz rızalarımızla yarattığımız bir "Polis** Devleti"nde susmaya, yıllardır derinimize nakşedilen “Polis Korkusu“ ile söz söylemeden var olmaya devam ediyoruz.

“Polis”ten, “Polis”e; "Demokrasi"den "Demokrasi"ye fark var. Öyle değil mi?




*Antik Yunan. Şehir./ (Bkz: Site Devletleri)
**Tr. Asayişten sorumlu resmi kolluk kuvveti.

19 Ocak 2011 Çarşamba

İyi Polis, Kötü Polis: "Ve Behzat Ç'nin yolu Hrant'la kesişir..."


Malumunuz bir Behzat Ç. fenomenidir gidiyor.

Başta klasik Türk televizyon izleyicisinin, "vasata nazır" zannettiği bir polisiye yapım olarak hayatımıza girdi "Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi". Ama ne hikmetse derhal kendi kemik kitlesini oluşturuverdi.

İşin matematiği çok karmaşık değil bence.Zaten evvelden beri kafa yormaz mıyız şu "İyi Polis,kötü polis" meselesine? Hatta iyi olanına uluorta alkış tutarken, kötü olanın serseriliğine karşı içten içe beslediğimiz sempatiyi de onu yüksek sesle kınayarak bastırmaya çalışmaz mıyız bazı bazı?
İşte Ankaralı Yazar Emrah SERBES'in yarattığı Behzat Ç. de tam bu ağır ikilemin ortasında, dimdik duran bir karakter.

Kaybettikleri, vazgeçtikleri, yanından öylece geçip gittikleriyle, kelimenin tam manasıyla "tuhaf" bir adam Behzat.Su niyetine içtiği Tekel Birası'nı, tespihini ve Gençlerbirliği'ni saymazsak, kolay kolay iptila etmiyor hiç bir şeye. Eyvallahı da yok kimseye.
Huysuzun teki belki ama merhametli.İyi içiyor, iyi küfrediyor, iyi ağlıyor.Ama en önemlisi kendini iyi gizliyor. Bütün bunları aynı vücuda getirebildiği için de seviliyor, benimseniyor Behzat,ruhtaki karmaşanın aynası minvalinde.

Kısacası "İyi Polis" - "Kötü Polis" klişesine esaslı bir gönderme Behzat Ç.


Dizinin, Hrant Dink Cinayeti'ne selam çakan 16. bölümünde, teşkilat içinde olan biten her pisliği en ince detayına kadar öngörüp "gerçek katiller"i bulmaya azmeden, elinde telsizle geldiği anma töreninde polis kimliği nedeniyle ötekileştirilen, sevdiği kadının karşısında bir anlığına boynu bükülen "İyi Polis" Behzat; faillerinin üzerinde sistematik biçimde çalıştığı,tasarladığı,fakat fiili icra etmeyip sessizce rıza göstererek fitilini ateşlediği bu "tekil katliam"ın takipçisi oluveriyor.

Refleksleri en kuvvetli duyguları, sırtlarını cehalete dayayarak sömüren bu "steril katiller"in, hastalıklı ideolojileriyle oya gibi işledikleri bir toplumsal travmanın tam ortasında, milletçe kaybettiğimiz "sağduyu"nun, "vicdan"ın metaforuna dönüşüyor.



Bölümün sonunda yüzümde nedensiz bir umut ve gurur ifadesi asılı kalsa da, bu tip bir olayın güzel ülkemde yalnızca cüretkar öykücülerin elinden çıkabileceğini bilmenin burukluğunu yaşıyorum...Ve düşünüyorum;

Yukarıda bahsi geçen vicdan,yukarıda bahsi geçen basiret 4, hatta 44 yıldır(6-7 Eylül Olaylarına dönünce daha bile eski olduğunu görüyorum) yok. Uğramadı henüz semtimize.

Olmayan bir kaç şey daha var;
4 yıldır Hrant yok. 4 yıldır adalet yok. Kendi vatanında, kendi semtinde eliyle,emeğiyle kurduğu gazetesine dahi "Güvercin Tedirginliğinde" giden güzel adamı, 4 yıldır yüzüstü yattığı "o" kaldırımdan kaldıracak bir Allahın kulu yok...

Kötü haber; ne Hrant'ı geri getirecek bir ağıt, ne de Behzat Ç. gibi, yüreklerimizi soğutacak bir "hayata karşı işlenmiş suçlar" uzmanı maalesef yok... Her geçen gün birini daha yitirdiğimiz bir avuç önyargısız,tertemiz zihnin "düş bahçeleri"ni saymazsak tabii...

11 Ocak 2011 Salı

Dilbilgisi Dersleri 1: -Di'li Geçmiş Zaman

Muamma. Evet sonuç tam bir muamma. Koskoca bir "çeyreklik" yitip bitmiş ortada hala adam akıllı bir netice yoktu!

Nereye konulacağı konusu, büyük bir sancı nedeni olan anlamsız "biblo"lar misali, sistemce henüz tanımlanamamış hayal kırıklıkları, acılar, düşmeler, kalkmalar, sonra bir daha düşmeler vardı.

Sonra AŞK vardı. Önce sırılsıklam aşık olmak vardı hani taparcasına; burnunu karıştırsa bile hayran olurcasına,sonra aşık olmaktan kaçınma dönemi vardı başarısızlığı kanıtlanmış bir korunma yöntemi olarak.An itibariyle aşık olmayı öğrenmeye öykündüm ki bunun için arşınlayacak çok yol vardı.Nihayetinde de tam manasıyla, hakkını vererek AŞIK olmak vardı.

İşler vardı. Sadece faturalarını ödeyip hayatta kalmak için yapılan işler, fırsatını bulduğun anda istifa edilesi, bir güneşli güzel havaya kurban edilesi işler var Orhan Veli'nin "evkaftaki memuriyeti" gibi.Belki başka işler vardı, tutkuyla bağlanılan, hayata atılan dev bir kement vazifesi görüp benliği sıkı sıkıya sarmalayan. İşler vardı işte. Sonuçta vardı.

Dostlar vardı.Klişelere, oyunlara meydan okuyup, sinirleri/sınırları zorlayıp, uykulardan, sevişmelerden, acılardan çalıp el verilen dostlar vardı.Kağıttan kulelerin altında kalan, çıkamayan, kim bilir belki de enkazına saklanıp kendini sakınan dostlar vardı.

Ve şimdi, tam da şu an; kişisel müzemin baş köşesine kaldırdığım 25 yaşımdan geriye, bir türlü yenişemeyen denk iki takımın bir süreden sonra "kabak tadı" vermeye başlayan, yavan mücadelesine benzeyen bir kaç resim kaldı.

Bir de biçare sorular, mesnetsiz meraklar.Peyderpey büyüten, peyderpey tüketen yaşantılar...

22 Aralık 2010 Çarşamba

Aslı Gibidir.

17 Aralık 2010 Cuma

Utanmadan İddia Ediyorum!

Kediler ve Kitaplar'dan alınmış, benimse atlasinyuku.blogspot.com'dan okuyup (sevdiğim bir blog olur kendileri) bloguma adapte ettiğim, kendime uyarladığım bir liste bu. Okuyunca nedense soruları cevaplayıp, sinema tercihlerine değer verilen, sanat sever bir "celebrity" gibi hissetme isteği hasıl oldu bünyemde. İşte kendi kendime yapmış bulunduğum şizofrenik ropörtajım;

Geçen yıl gördüğünüz en iyi film:
50 Dead Men Walking, Precious , Zeki Demirkubuz'un Kıskanmak filmi ve This Is England hariküladeydi.

En hafife alınmış film:

The Educators, Prozac Nation (Christina Ricci'nin hatırına)

En şişirilmiş film:
Twilight serisi,Inception, 500 Days Of Summer ha bir de The Curious Case Of Benjamin Button

Sizi gerçekten mutlu eden film:

Forrest Gump, Jeux D'enfants, Amelie, School Of Rock, 2 Days In Paris, L'Auberge Espagnole

Sizi hüzünlendiren film:

Das Wilde Leben, The Doors, Breathless, Good Bye Lenin, Little Miss Sunshine,In The Mood For Love

En çarpıcı, en afallatıcı sona sahip film:
Old Boy, Auf Der Anderen Seite, Mulholland Dr.

En sevdiğiniz aşk hikayesini barındıran film?
Walk The Line’daki çilekeş aşkı çok etkileyici bulsam da Selvi Boylum Al Yazmalım derim her daim.

Defalarca izlediğiniz film:
Volver, Stalker, Dead Poets Society, Into The Wild, Back To The Future serisi ve daha bir sürüsü...

Klâsiklerden en sevdiğiniz film:

Engin bir kültürüm olmada da bu hususta, verdiği masalsı hisle Les Enfants Du Paradis derim herhalde. Modern Times falan zaten söylemeye gerek yok...

Nefret ettiğiniz film:

Twilight kesinlikle başta gelmek üzere, Harry Potter ve muadilleri bir de şu dozajı çoktan kaçan Scary Movie ayarındaki filmler. "Teen Slasher" filmlerden hiç bahsetmiyorum, azalarak bitsin temennisinde bulunuyorum sadece!

Gizli gizli sevdiğiniz film:

Rocky IV...! Bokstan zerre anlamam, Stallone'ye pek düşkün olduğum söylenemez, lakin filmdeki o bitmeyen gaz havası ve muazzam müzikler beni benden almıştır gizli gizli. (Not: Tabikii US sempatizanı değilim, benim olayım tamamen "gaz":))

Kimsenin sevmenizi beklememesi gereken filmler:

Bol aksiyonlu milyar dolarlık Hollywood yapımları. Örnek:Speed, The Matrix ve sair.... Ayrıca Sandra Bullock'un oynadığı her filmden de mümkün mertebe kaçınırım.

Kendinize en yakın hissettiğiniz film karakteri:

Dengesizliği ile meşhur "Sophie Kowalsky". Pek severim kendisini, adeta kardeşim gibi:)

Sizi hayalkırıklığına uğratmış film:
500 Days Of Summer Zooey Deschanel hariç çok sıradandı, Alice In Wonderland'den hiç bahsetmeyeyim bile zira bir sene bekledikten sonra güzel kapak olmuştu.

En sevdiğiniz korku filmi:

Bilmem bu kategoriye sokabilir miyiz bilmem, gerilim kategorisine daha bi girer gibi ama The Shining derim.

Favori oyuncunuzun en sevdiğiniz filmi:
Javier Bardem sanırım. (Bkz: Latino Lover:)) Mondays In The Sun'da pek bir hoş değil miydi zat-ı şahaneleri?

Merakla beklediğiniz film:
Birinci sırada kesinlikle Black Swan gelir ama Copie Conforme'yi de merak etmiyor değilim hani, Juliette Binoche ablamız söz konusu olunca.

16 Aralık 2010 Perşembe

"Aynı fikirde değil de aynı histe gibiyiz."

"Mutabık mıyız?" diye sordu, her zamanki keskin ve net sesiyle. Bütün gününü birileriyle "mutabık kalmaya çalışmak" da bir biçimde mutabık kalınamayanlarla savaşarak  harcadığından mıdır nedir takıntı haline gelmişti bu tip sorular.

Come away with me....


Oysa "Anlaşabildik mi?" diye karşılık verdi " O " ; güzel sesiyle. Arada ne çok fark vardı, anlaşabilmek daha iyileştirici bir sözcüktü tartışmasız. "Anlaşabildik canım." cevabını verirken O'na, içinin ta dibinden gelen gülümsemeyi bastıramıyordu.

İnsanlar da böyledir zaten. Kendi hazırladığı zeminde, hayatın da katkıda bulunduğu kurallar zincirine sadık kalarak mecburen uzlaşanlar, öte yandan karakterinin sivri köşelerinin Tanrısal bir güçle yumuşatıldığına inandığım "Anlaşmak" sözcüğünü hakkını vererek yaşayanlar...

Mutabık kalmasa da fikren anlaşamamış da olsalar, başka şeyler vardı. Başka şeyler ki onları birleştiren, bütün eden, tam kılan, eşine az rastlanır şeyler...
Müstakbel hikayelerin başlangıcı, evvelin sonlanması...
Bu da bir başka öykünün konusu...

13 Aralık 2010 Pazartesi

Evet "Yafta"lıyorum.Hem De Kendimi !

Yaşlandıkça "hava" konulu konuşmalarında artış gözlemlenen, adeta "gönüllü meteorolog" olup ahkam üstüne ahkam kesen, tahminlerinin tutmasını gururla izleyen orta yaşlı zat-ı şahanelerden bahsetmek istiyorum şiddetle.

"Bu hava kesin kar topluyor"cular bu sezon oldukça revaçta. Öğle tatillerinde oturdukları kalabalık masalarda, çorbalarını hüpürdetirken masadaki arkadaşların dikkatini toplamaya görsünler, o zaman değmeyin keyiflerine.

Son bir kaç sezonun istikrarla yükselen trendi ise "İklimlerin bile dengesi bozuldu"cular. Bu örgüt işin sosyal yanına daha vakıf gibi görünüp, konuşmalarını "küresel ısınma", "sera etkisi", "ozon tabakası" gibi sair terimlerle zenginleştirirler ve bu da toplanan dikkat katsayısını ciddi oranda etkiler.

Yukarıdaki sınıflandırmanın bilimsel bir gerçekliği var mı? Elbette yok. (Kaynak; 25 yaşını bitirmek üzere olan genç bir kadının, 26 rakamından deliler gibi korkmasının vermiş olduğu "Öz eleştiri" eğilimi.)

Sıkıntı
Evet son 3 gündür, hatırımı soranlara havadan bahsedip şikayet ediyorum. Demem o ki; yukarıda bahsettiğim iki örgütün üyesi olmasam da sempatizanı olmuşum da haberim yokmuş! "Daha daha nasılsınız?" faslına da geçmezsek iyidir...
Gel bakalım "25", az kaldı seni de arşive kaldırıyoruz...

25 Kasım 2010 Perşembe

Afaki Şeyler. Kat'i Hisler.

İsmi cismi yok... Toz bulutu gibi, ama akışkan. İnsanın derinine akıyor. Filmlerde gördüğüm yanardağ patlaması sahnelerindeki dehşet duygusunu şimdi anlıyorum. Benden içeri akanlar, tam da o irili ufaklı lav nehirlerine benziyor.

Kendi kendime ettiğim her kelime yerini bulmadan, içimin duvarlarına çarpıp bana geri dönüyor. Kendimi ifade etmek için devre dışı bıraktığım o "duvar" o set, kalkan ya da her neyse yine bütün heybetiyle orada duruyor .Ve yükseldikçe yükseliyor.

"İnsan hata yapar" derler, "Hata yapmadan öğrenilmez" de derler hatta. Her münferit konuda yılmadan, çocuklar gibi hata yapmak ise bu engin hoşgörünün tipik bir istisnasıdır çoğu zaman.

Benim hatalarım çocukça.Arsızca. Laftan anlamam ben. Hissettiğimi anlarım bir tek. Laflara karnım tok. Kelimeleri severim fakat, bu ara fazlası hazımsızlık yapıyor.
Anlasana "laftan anlamayan bir çocuğum" ben! Sabrını, hoşgörünü, bitmeyen enerjini içten içe kıskanıp bazen göz diken bazen de buruk bir özlem duyanım...
Hayat şımartmaktan imtina ettiği için olsa gerek, kendi kendini şımartmış aptal bir kız çocuğuyum ben!

İlk defa çok fazla kan görmüş,özür dilemeyi öğrenmiş, tevazunun hikmetini farketmiş, aceleyle yaşayıp yakıp yıkmayacak olanım...Ve aynaya baktığımda mor gözlerim, donuk bakışlarım haricinde gördüklerim şunlardan ibaret;

"Daha az aptal" ve "daha iyi" bir insan olmaya çalışıyorum hayatımın ilk çeyreği biterken...
Sensiz nasıl olur ki? Boşuna kafa yorma. Olmaz!
Şarkıda dediği gibi "afaki" değilim, gayet iyi biliyorum "niye"leri...Kat'i olarak hem de.
Ayrıca kahvaltının "anlamsız" olması için insanın önce kahvaltı yapması gerekir değil mi?
Hem kedileri bile seviyorum artık..! Sen hayatıma girdin beri çok daha az çikolata tüketiyorum...
Var gerisini sen düşün artık.....



Dipnot :"Aşk bir dengesizlik işi,Dengeye dönüşendir sevgi." demiş. Ne de güzel demiş...

3 Kasım 2010 Çarşamba

Kibir.








İnsanların diğerlerinden hep "aynı", "ilk günkü gibi" kalmalarını beklemeleri ne büyük cüret! 
Oysa biz değil miydik değişime direnemeyeceğimizden dem vuran? Biz değil miydik "eskimemek" eşyanın tabiatına aykırıdır diyen?
Gerçekçilik etiketinden taviz vermiyor gibi görünsen de, "kibir denen melanet yanıma bile yaklaşamaz" desen de, kamil insan olsan da kimilerine göre; sen de aynı hadsizliği yapıyorsun işte!

Üstümden sayısız sel geçip aşındırsa da en körpe, en naif yerlerimi sen yine "eski" beni bekliyorsun hafifçe sırtını yasladığın koltuğunda... Gelmemi bekliyor, bir yandan iktidarını,hükmünü sorguluyorsun..
Öncesi de sonrası da gözyaşı,eksiklik,dipsiz bir yalnızlık..İşte bunları hesaba katamıyorsun!


28 Ekim 2010 Perşembe

"Aşk Tesadüfleri Sever"miş!

"Özlemiş olabilir misin acaba beni?
Ya da zihninin tek bir hücresini dahi meşgul etmediğim bir dizi günün ardından,yüzünde onlarca flaş patlıyormuş gibi yüzümü görmeye başladığın sabahlara uyanıyor olabilir misin ansızın?
Bence olabilirsin.Kendimden biliyorum. Olabilirsin."

Ultra dandik filmlerde, romanlarda görmeye alışkın olduğum türden klişeler vücut bulmaya başlıyorsa ardı sıra , bilinmeli ki ters giden bir şeyler o var o hayatta.O denli saçma tesadüfler düşüveriyorsa insanın kucağına ben artık korkmaya başlarım o hayattan..!

Uzun lafın kısası; "Aşk Tedadüfleri Sever" demişler. Halt etmişler!