5 Nisan 2011 Salı

Sonisphere Kafası.

Sonisphere kafası. by guney_mermer
Sonisphere kafası., a photo by guney_mermer on Flickr.

Çeyrek asırdır beklediğim iki şeyin, şu iki bilet aracılığıyla gerçekleşiyor olması!

Anlaşıldı, bu yaz olağanca serseriliğiyle geliyor; işveli işveli.

30 Mart 2011 Çarşamba

Bizim Büyük Çaresizliğimiz


O akşam yemeğini, tartışmamız hep olduğu gibi kucaklaşmayla bittiğinde, mutfaktaki masada yan yana yemiştik, birbirimizi dirsekleyerek.Bana iki lokmamda bir yemeğin güzel olup olmadığını soruyordun, her zamanki gibi.

Seninle ben Çetin; gücümüzü, güzelliğimizi, canlılığımızı, küçük yaşantıları sabırla tekrar etmekten alıyoruz. Ne kadar çok şeyi tekrar ettiğimizin, bundan nasıl bir haz aldığımızın farkında mısın? Yirmi üç yıldır, lisedeyken sizin memleketten gelen kavurmaya ilk kırdığın yumurtadan bu yana, yaptığın yemeklerin nasıl olduğunu, o yemeği yerken, hazmederken, son bir kez de tuvalete giderken defalarca sorarsın.
Tuvaletten çıktıktan sonra da, "nasıl geçtiğini" ayrıntılı bir biçimde sorarsın ama şimdi buna girmeyelim.) İstanbul'da sizde kaldığımda yere serdiğin yatakta rahat uyuyup uyumadığımı, balıklama atladıktan sonra atlarken bacaklarımı kırıp kırmadığımı, sevgilini beğenip beğenmediğimi onlarca kez sorarsın. Yanıtlarımla da yetinmez, "Gerçekten mi?" dersin, "Ciddi misin?" ya da "Yemin et!" bir kez daha onaylatmak istersin.

Sana bütün soruların için tek bir yanıt vermeye kalkışmak, "Söyledim ya!" diye kestirip atmak ne kaba ve aptalca bir davranış olurdu!Tekrarın ve hayatın güzelliğini reddetmek olurdu. Hayat tekrardan ibarettir çünkü. Hayatın gücü tekrarın gücüdür. Günlerin, ayların, mevsimlerin gücü. Tabii bir de şiirin. Şiirlerin tekrar eden dizelerinin gücü. Dinlere ne demeli? Hindu'nun mantrasını tekrar etmesi, Müslüman'ın tespih çekmesi ve senin "Yemek güzel olmuş mu?" diye sorman...

24 Mart 2011 Perşembe

Benim Sevgili Kaleydoskop'um!


Ve nihayet "Şeb-i Yelda" sona erer... Nevruz ateşleri yanmaya başlar yürekte.

-----------

Öyle devasa varillerden yükselen yanmış lastik kokusu gibi geniz yakanından değil de, çıtır çıtır yanan tahta parçalarının yaydığı hafif isli-tatlı koku misali yanan ateş canımı da beraberinde yakıyor.Canım kanıyor ama kanadıkça arınıyor.Ruhumun tıkanmış kılcallarına, hayat zerk ediyor.

Demem o ki "provokatif" bir neşe hali değil derinimden gelen.En vakur halimle duruyorum ateşin başında; yüzümde irili ufaklı kızıl yansımalar, etrafımda çığlık çığlığa konuşan insanlar...
Orada öylece bekliyorum, tizden şarkılar yükselirken göğün göğsüne.

Sonra "O" geliyor."Buyur otur, yorulmuşsundur." demek istiyorum.Gelip oturuyor tereddütsüz. Yorgun bakıyor,güzel bakıyor.Yüzüne, çizgilerine yerleşmiş; yazıyla "YirmiBeş" asırdır beklediğim "o" müstehzi tebessümüyle.

Ve nihayet bahar geliyor şehrime.Çilek kokulu, biraz serseri ama akıl baliğ bir çocuk gibi bahar geliyor içime.O'nunla birlikte...



--------------

25 Ocak 2011 Salı

İki "Polis Devleti" Arasındaki Farkı Bulunuz.




Bambaşka bir coğrafyadan, bambaşka bir gözle baksan neredeyse "aynılık" derecesinde benzer iki ülke, iki kültür Türkiye ve Yunanistan.

Bizde Istanbul, onlarda Atina.Bizde İzmir, onlarda Selanik. İsimler, sesler, melodiler, hatta yemekler; sanki hepsi bir diğerinin muadili gibiler.


Elbette bu yazıyı Türkiye'de, her hangi bir diplomatik gelişme kaydedemediğimizden olsa gerek son 30 yılın diplomatik gündemini işgal eden "Türk - Yunan İlişkileri" ile temellendirecek değilim. Benim meselem bambaşka.

Geçtiğimiz Ekim-Kasım aylarından bu yana haber bülteni izleyemez,gazetelerdeki Türkiye sayfalarını transit geçer oldum. Zira genç yaşıma rağmen tüm bunları kaldıramadığım kanısına vardım.Erken bir bıkkınlık emaresi olarak göründüğünün farkındayım ama "Demokrasi" için duaya çıkacak kadar da gerçeklik duygumu yitirmedim.

Bir gün gözümü açtım İstanbul'da, 19 yaşında hamile bir üniversite öğrencisinin polis tarafından dövülerek bebeğini düşürdüğünü, diğer bir gün Ankara Üniversitesi SBF'nin örgütlü bir hükumet karşıtı protestoya sahne olduğunu, başka bir gün ise ülkenin en büyük futbol kulüplerinden olan Galatasaray'ın ev sahipliği (!) yaptığı TT Arena'nın açılışında taraftarların Başbakan'a olan tepkilerini açıkça dışa vurduğunu; müteaddit defalarda ise çocuk denilecek yaşta canların polis tarafından katledildiklerini gördüm... (Bkz: Uğur Kaymaz, Baran Tursun ve daha niceleri...)

Genç nüfusun muhalif tavrı ve son zamanlarda sonucu olup bitenler umut verici şeyler şüphesiz.Ancak öte yandan, tüm bu tavırların ortak noktası; hiç bir hukuki yaptırıma dayanmaksızın sindirilip, iktidardan gelen okkalı bir "Osmanlı Tokadı" ile o dakika yerle yeksan edilmeleri!

Dönüp bakıyorum bir de Atina semalarına; 2008'in Aralık ayında, 16 yaşındaki Alexandros Grigoropoulos'un polis kurşunuyla katledilişinin ardından iyice alevlenen, ortalığı toza dumana katan, "haklı bir anarşiye" boyayan olaylara...
Yunanlı gençler önlerine konan her şeyi yemediklerini gösterirken Dünyaya, 16 yaşında bir çocuğu kurban vermişlerdi devlet eliyle silahlandırılan katillere. Arkasından ağlamakla kalmayıp, Alexis’in soldurulan nefesini kitlelere duyurmak görevini de üstlenmişlerdi yüreklice.
Peki ya sonrası? Büyük bir "devrim" olmasa da, tüm dünyaya "Kardeşimsin Alexis" söylemini kabul ettirerek,ciddi bir "devinim" sağlandığı su götürmez bir gerçek.

Üstelik "Cüretkar Komşularımız"ın ilk vukuatı da değil bu.
Hızla artan işsizlik rakamlarına, düştükçe düşen milli gelire, bitmek bilmeyen resesyona; kısacası bizlerin "Kriz var işler durgun.Düzelir İnşallah" deyip geçtiğimiz bir ekonomik buhrana tepkilerini yine "sokağa çıkarak" dile getirdiler, getirecekler.

Çünkü onlar, "Demokrasinin Mucidi" atalarının kurduğu; bugün hala uyuşmazlıkları çözmek için başvurduğumuz normatif hukuku,halkların kaderlerini belirleyen "parlamento"ları, oy hakkını, felsefeyi, tiyatroyu hatta sporu hayatımıza sokan; Site Devletleri olarak da bilinen "Polis* Devletleri"nden bu yana, doğrudan söz söyleme haklarından vazgeçeceğe benzemiyorlar.

Bizse,Cumhuriyet'in İlanı sürecinde bir süreliğine ara verip şimdilerde yine körü körüne bağlandığımız "Tebaacılığımız" ve sessiz rızalarımızla yarattığımız bir "Polis** Devleti"nde susmaya, yıllardır derinimize nakşedilen “Polis Korkusu“ ile söz söylemeden var olmaya devam ediyoruz.

“Polis”ten, “Polis”e; "Demokrasi"den "Demokrasi"ye fark var. Öyle değil mi?




*Antik Yunan. Şehir./ (Bkz: Site Devletleri)
**Tr. Asayişten sorumlu resmi kolluk kuvveti.

19 Ocak 2011 Çarşamba

İyi Polis, Kötü Polis: "Ve Behzat Ç'nin yolu Hrant'la kesişir..."


Malumunuz bir Behzat Ç. fenomenidir gidiyor.

Başta klasik Türk televizyon izleyicisinin, "vasata nazır" zannettiği bir polisiye yapım olarak hayatımıza girdi "Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi". Ama ne hikmetse derhal kendi kemik kitlesini oluşturuverdi.

İşin matematiği çok karmaşık değil bence.Zaten evvelden beri kafa yormaz mıyız şu "İyi Polis,kötü polis" meselesine? Hatta iyi olanına uluorta alkış tutarken, kötü olanın serseriliğine karşı içten içe beslediğimiz sempatiyi de onu yüksek sesle kınayarak bastırmaya çalışmaz mıyız bazı bazı?
İşte Ankaralı Yazar Emrah SERBES'in yarattığı Behzat Ç. de tam bu ağır ikilemin ortasında, dimdik duran bir karakter.

Kaybettikleri, vazgeçtikleri, yanından öylece geçip gittikleriyle, kelimenin tam manasıyla "tuhaf" bir adam Behzat.Su niyetine içtiği Tekel Birası'nı, tespihini ve Gençlerbirliği'ni saymazsak, kolay kolay iptila etmiyor hiç bir şeye. Eyvallahı da yok kimseye.
Huysuzun teki belki ama merhametli.İyi içiyor, iyi küfrediyor, iyi ağlıyor.Ama en önemlisi kendini iyi gizliyor. Bütün bunları aynı vücuda getirebildiği için de seviliyor, benimseniyor Behzat,ruhtaki karmaşanın aynası minvalinde.

Kısacası "İyi Polis" - "Kötü Polis" klişesine esaslı bir gönderme Behzat Ç.


Dizinin, Hrant Dink Cinayeti'ne selam çakan 16. bölümünde, teşkilat içinde olan biten her pisliği en ince detayına kadar öngörüp "gerçek katiller"i bulmaya azmeden, elinde telsizle geldiği anma töreninde polis kimliği nedeniyle ötekileştirilen, sevdiği kadının karşısında bir anlığına boynu bükülen "İyi Polis" Behzat; faillerinin üzerinde sistematik biçimde çalıştığı,tasarladığı,fakat fiili icra etmeyip sessizce rıza göstererek fitilini ateşlediği bu "tekil katliam"ın takipçisi oluveriyor.

Refleksleri en kuvvetli duyguları, sırtlarını cehalete dayayarak sömüren bu "steril katiller"in, hastalıklı ideolojileriyle oya gibi işledikleri bir toplumsal travmanın tam ortasında, milletçe kaybettiğimiz "sağduyu"nun, "vicdan"ın metaforuna dönüşüyor.



Bölümün sonunda yüzümde nedensiz bir umut ve gurur ifadesi asılı kalsa da, bu tip bir olayın güzel ülkemde yalnızca cüretkar öykücülerin elinden çıkabileceğini bilmenin burukluğunu yaşıyorum...Ve düşünüyorum;

Yukarıda bahsi geçen vicdan,yukarıda bahsi geçen basiret 4, hatta 44 yıldır(6-7 Eylül Olaylarına dönünce daha bile eski olduğunu görüyorum) yok. Uğramadı henüz semtimize.

Olmayan bir kaç şey daha var;
4 yıldır Hrant yok. 4 yıldır adalet yok. Kendi vatanında, kendi semtinde eliyle,emeğiyle kurduğu gazetesine dahi "Güvercin Tedirginliğinde" giden güzel adamı, 4 yıldır yüzüstü yattığı "o" kaldırımdan kaldıracak bir Allahın kulu yok...

Kötü haber; ne Hrant'ı geri getirecek bir ağıt, ne de Behzat Ç. gibi, yüreklerimizi soğutacak bir "hayata karşı işlenmiş suçlar" uzmanı maalesef yok... Her geçen gün birini daha yitirdiğimiz bir avuç önyargısız,tertemiz zihnin "düş bahçeleri"ni saymazsak tabii...

11 Ocak 2011 Salı

Dilbilgisi Dersleri 1: -Di'li Geçmiş Zaman

Muamma. Evet sonuç tam bir muamma. Koskoca bir "çeyreklik" yitip bitmiş ortada hala adam akıllı bir netice yoktu!

Nereye konulacağı konusu, büyük bir sancı nedeni olan anlamsız "biblo"lar misali, sistemce henüz tanımlanamamış hayal kırıklıkları, acılar, düşmeler, kalkmalar, sonra bir daha düşmeler vardı.

Sonra AŞK vardı. Önce sırılsıklam aşık olmak vardı hani taparcasına; burnunu karıştırsa bile hayran olurcasına,sonra aşık olmaktan kaçınma dönemi vardı başarısızlığı kanıtlanmış bir korunma yöntemi olarak.An itibariyle aşık olmayı öğrenmeye öykündüm ki bunun için arşınlayacak çok yol vardı.Nihayetinde de tam manasıyla, hakkını vererek AŞIK olmak vardı.

İşler vardı. Sadece faturalarını ödeyip hayatta kalmak için yapılan işler, fırsatını bulduğun anda istifa edilesi, bir güneşli güzel havaya kurban edilesi işler var Orhan Veli'nin "evkaftaki memuriyeti" gibi.Belki başka işler vardı, tutkuyla bağlanılan, hayata atılan dev bir kement vazifesi görüp benliği sıkı sıkıya sarmalayan. İşler vardı işte. Sonuçta vardı.

Dostlar vardı.Klişelere, oyunlara meydan okuyup, sinirleri/sınırları zorlayıp, uykulardan, sevişmelerden, acılardan çalıp el verilen dostlar vardı.Kağıttan kulelerin altında kalan, çıkamayan, kim bilir belki de enkazına saklanıp kendini sakınan dostlar vardı.

Ve şimdi, tam da şu an; kişisel müzemin baş köşesine kaldırdığım 25 yaşımdan geriye, bir türlü yenişemeyen denk iki takımın bir süreden sonra "kabak tadı" vermeye başlayan, yavan mücadelesine benzeyen bir kaç resim kaldı.

Bir de biçare sorular, mesnetsiz meraklar.Peyderpey büyüten, peyderpey tüketen yaşantılar...